Bu cümle kitabı bitirdikten sonra zihnimde yankılanmaya devam etti. Çünkü gerçekten de öyle; yaşarken hep yarım, hep eksik kalıyoruz. Tam olma hali bize hiçbir zaman verilmemiş gibi. Osamu Dazai’nin Pandora’nın Kutusu kitabında bu fikir, kelimelere cesurca dökülüyor. Üstelik öyle doğrudan değil, yavaş yavaş, içimize işleyerek.
Kitap, savaş sonrası Japonya’sında geçen bir iyileşme sürecini anlatıyor. Başrol karakterimiz Risuke Koşiba, ya da sanatoryumda ona verilen adla Hibari (Tarla kuşu), verem hastalığı nedeniyle bir sanatoryuma yatırılıyor. Fakat fiziksel bir iyileşmenin çok ötesinde, ruhunun yaralarıyla da yüzleşiyor orada. Hayatına, insanlara, kendine karşı duyduğu kırgınlık ve ilgisizlik, yazdığı mektuplarda su yüzüne çıkıyor. Önce “ölmek isteyen biri” olarak tanıyoruz onu. Ama zamanla… zamanla satırlarında bir başkalaşım başlıyor.
Sanatoryum, ölümle iç içe bir yer. Ama Dazai burayı yalnızca hastalıkların bekleme odası olarak kurmamış; aynı zamanda insanların, kendilerine temas edebildiği bir iç yolculuk mekznı. Hibari burada başka hastalarla, doktorlarla, hemşirelerle tanışıyor ama en çok da kendiyle karşılaşıyor. Ölümle iç içe oldukça yaşamı daha çok düşünüyor, sevmeyi, umut etmeyi, yeniden insan olmayı.
Bazı bölümleri okurken sayfayı çeviremedim. Bekledim. Çünkü cümlelerin içine düştüm. Özellikle şu düşünceye:
“Böcekler ve kuşlar hareket ettikleri sürece mükemmellerdir. Öldüklerinde yalnızca birer cesettirler. Oysa insanlar… tam tersidir. En insan halimize öldüğümüzde ulaşırız.”
Bu satırları okurken kendi içimde de bir şey tamamlandı gibi hissettim. Belki ilk kez “tamamlanmak” kavramını ölümle bu kadar güçlü bir şekilde ilişkilendirdim. Hayatta hep eksik kalışımız, ne yaparsak yapalım bir şeylerin hep yarım kalması… Dazai bunu hem kederle hem de anlayışla yazmış. Kızmadan, bağırmadan. Kabullenerek.
Ve bazı satırlar vardı ki, sadece aklıma değil, içime işledi:
“Bundan sonra hiçbir şey söylemeden, acele etmeden, geride kalmadan, oldukça dingin bir ivmede yürümeyi sürdüreceğim. Bu yol nereye çıkacak? Buna, büyümekte olan bir bitkinin sarmaşıklarına sormak gerek. Sarmaşıklar şöyle yanıtlayacaktır : ‘Hiçbir şeyden haberim yok. Fakat büyüyüp uzadığı yönde gün ışığı var.’”
Bu cümleler bana yön çizmek zorunda olmadığımı hatırlattı. Belki sadece gün ışığına doğru büyümek yeterlidir. Belki her şeyi bilmek değil, yürümeye devam etmek önemlidir. Ve elbette şu söz…
“Yaşamın ve ölümün, aslında bir madalyonun iki yüzü olduğunun farkına vardığımı söyleyerek böbürlenmiyorum tabii ama ölmek ve yaşamak zaten aynı şey değil mi ki? İkisi de aynı derecede zor.”
Bu denli sade ama çarpıcı bir ifade, kitabın özünü özetliyor aslında: Yaşamak da ölmek kadar cesaret istiyor. Ve çoğu zaman, bu ikisini birbirinden ayırmak o kadar da kolay olmuyor.
Sanatoryumda geçen o mektuplar, sanki birinin içini döktüğü bir günce gibi. Araya kimseyi sokmadan, maskesiz, süssüz. Dürüst. Herkesin takma adlarla yaşadığı bu dünyada, belki de ilk kez kendine gerçek ismiyle bakabiliyor insan. Dışarının kalabalığında taşıdığı yükleri, sanatoryumun sessizliğinde bırakmaya başlıyor Hibari.
Ben bu kitapta sadece bir karakterin hastalığını değil, bir ruhun iyileşme çabasını okudum. Bazen kendimle çok örtüştü, bazen de bana söyleyemediğim şeyleri fısıldadı. Belki de bu yüzden sevdim. Çünkü Pandora’nın Kutusu sadece acıdan bahsetmiyor. O kutu açıldığında içinden umut da çıkıyor.
0 Yorumlar