Hayat uzun bir yol gibi. Herkes bir yerlere varmak için yürüyor bu yolu ; karşısına nelerin çıkacağını bilmeden. Bir yerlere varmak için yürüyor yürümesine de insan, varacağı yer onu mutlu edecek mi bilemiyor. Herkesin aksine ben sanki bir yere varmak için değil de düşmemek için yürüyorum. Çünkü düşersem biliyorum ki bir daha bu yolu yürüyecek cesaretim olmayacak.
Güneş tepemde kavrulurken, gölgemi kaybedişime bile üzülüyorum. Işığın fütursuzca ruhumu yorduğunu hissettiğim anlar oldu. O yüzden belki de karanlığa bu kadar özlemim… Çünkü karanlıkta gözlerimden çok kalbim görüyor yolu. Aklımdan çok kalbim hükmediyor ruhuma. Ama orada da bir durak yok, sadece geçip giden geceler var. Ve ben her gece, sabaha uyanmanın umudu kadar, ağırlığını da taşıyorum.
Yorgunum. Ama bu bedenin yorgunluğu değil. Bu, ruhun ayakta kalmaya çalışırken çözülen bağlarının yorgunluğu. Herkesin başını dayayacak bir omzu, sırtını yaslayacak bir evi var sanıyorum bazen. Oysa ben, ne zaman dönsem arkamda rüzgardan başka bir şey bulamıyorum. Üşüyorum. Kimi zaman güneşin altında bile.
Ev…
Ev, bana göre sadece dört duvar değil. Çatısı olan bir yerden ibaret de değil. Ev, içine girdiğinde “hoş geldin” diyen bir kalbin sesi. Ev, anlatmadan da anlaşıldığın yer. Ev, birinin varlığıyla hafifleyen yük, sessizlikte bile çoğalan bir “biz” hali...
Yol uzun, evim yok.
Ve içimde taşıdığım bu eksiklik, ayak izlerime bile sinmiş gibi.
Belki de bu yüzden, ne kadar yürürsem yürüyeyim, hiçbir yere varamıyormuşum gibi hissediyorum.
6.5.25
Düzce'ye dönüş yolunda, 14.45
0 Yorumlar